Nays T!ng
"Gerçeğ!n Kenarından Hayatın Düzen!ne..."

Fişleme | Kısaca Fd

Cuma, Ocak 15, 2021
Ellerinin üzerindeki henüz pıhtılaşmış kanları temizlemek için mutfağa girdi ve az önce öldürdüğü adama ait kanları tezgahın üzerinde duran büyük cam şişeden lavaboya döktüğü suyla yıkadı. Lavabonun üzerindeki musluk sökülmüş yerine tıpa takılmıştı. Şehir şebekesinden gelen sular evin tüm yerlerinde bu tıpalarla engellenmişti. Evin suya ihtiyaç duyulan her köşesine bu cam damacanalardan yerleştirilmişti. Önceleri Filistin halkının gerçek bir çatışma olmaksızın kansız bir şekilde yok edilmesi için kısırlaştırıcı kimyasallar katılması şeklinde kullanıldığı bilinen su silahı bugün başka amaçlar için dünyanın bir çok ülkesinde daha açık ve pişkince kullanılır durumdaydı. Cam şişelerdeki suları bağlantı kurduğu bir Türk getiriyordu. Türkler, Avrupa’da artık pek az kişinin umursadığı “temiz su” talebini en güvenilir şekilde karşılayan su şirketlerinin sahibiydi. Elinde, Türklerin temiz suyunun temizlediği yabancının kanının altında, salondaki boğuşma sırasında farketmediği bir çizik ortaya çıktı. Hala sızı yoktu ama soğuduğunda acı çektirecek kadar derindi bu çizik. Yüzünü de yıkadı ve sonra öldürdüğü adamın boylu boyunca ortasında uzandığı geniş salona dönüp, koltuğun üzerindeki havlu ile kurulandı. “ İşte başlıyor Jean “ dedi fısıldayarak. Farketmediği tüm çizikleri ben burdayım demeye başlamıştı şimdi. Adamı öldürmüştü. Soğukkanlılığı kendini bile şaşırtıyordu ama şimdi boynunda sırtında ve ellerinde hissettiği sızılar “Az hırpalanmamışsın Jean” dedirtiyordu az önceki fısıltıdan bir volume fazlasıyla. Parmakları kesik siyah deri eldivenleri geçirdi ellerine. Onlar dışarının ayazından bir nebze olsun koruyabilirdi ellerindeki çizikleri. Yine siyah deri kordonlu analog quartz saatini taktı sol bileğine. Sahip olduğu ve taşıdığı tek mekanik aletti bu saat. Digital hiçbirşeye yer yoktu onun dünyasında. Cep telefonu yok. Digital saat yok. Bilgisayar yok. Televizyon yok. Radyo yok.. Hatta tüm Avrupa’da en geç iki hafta öncesine kadar elektronik olanıyla değiştirilmesi gereken kimlik kartını kullanıyordu hala. 2010 ‘ lu yıllar sosyal ağlar ve mobil cihazlar sayesinde insanların gizlice fişlendiğini anlatmaya çalışan ama komplo teorileri ürettikleri ve fazla paranoyak oldukları söylenerek görmezden gelinen küçük gruplara şahitlik etti. İnsanların büyük çoğunluğunun bu gerçeği öğrenmesi ve kendilerine yönelik bir tehdit olarak algılaması 20’lerin ortasını buluyordu. Ama artık çok geçti. 20’li yılların sonuna gelinirken dünyanın yüzde 90’ı internet kullanıyordu ve tıpkı bir grup gencin önceki gece müzik ve alkolün etkisiyle kendilerinden geçip gürültülü kavgalar etmesi, kırıp dökmesi ve birbirlerini daha önce tanımayan çiftlerin sabah sarmaş dolaş bir halde tam anlamıyla cehenneme dönmüş bir mekana aynı yatakta gözlerini açması gibi pişmanlık duyuyorlardı ama olan olmuştu. İnsanlar, siyasi ve dini görüşlerini, kişisel bilgilerini, hedeflerini, aradıklarını, yapmakta olduklarını ve çok daha özel ve mahrem konularını tüm insanlarla paylaşmışlardı. Ve işin garip yanı kendilerini tehdit altında hissetmelerine rağmen bunları yapmaya devam ediyorlardı. Jean boynundaki çizikleri saklamak için de boğazlı siyah kazağını giydi ve üzerine siyah deri ceketini aldı. Kapıdan çıkmadan önce yerde yatan adama baktı son kez… Adamın ölüsü, ağzından akan kanların kirlettiği zeminde Jean’ın kesip kopardığı diline bakıyordu. Bu adamın arının kovanına sokulmuş bir değnek olduğunu düşündü. Ve kapıyı sertçe kapatıp çıktı. Sokağa çıktığı anda izleniyor olacağının farkındaydı. İzleniyor olmak tüm insanların bildiği ancak önemsemiyor olduğu bir durumdu uzun zamandır. Önce mektuplar okunuyordu. Sonra telefonlar dinlendi. Smsler depolandı. İnternette gezinilen siteler tespit edildi. Mailler tarandı. Sosyal ağlarda paylaşılanlar indekslendi. Elektronik kimlik ile birlikte takip daha da kolaylaştı. Bir kredi kartınız varsa adresiniz telefonunuz ve tüm mal varlığınız, facebook veya twitter hesabınız varsa siyasi görüşünüz, dini görüşünüz, hassasiyetleriniz ve en samimi olduğunuz çevre, Linkedin veya benzeri sitelerde profiliniz varsa üzerinde çalıştığınız konular ve kimlerle çalıştığınız, elektronik paralarla ne zaman, nerede, ne satın aldığınız ve daha fazlası bilinebiliyordu.. Ama tüm bunlara rağmen herkes daha da özgürleştiğini düşünüyordu. Çünkü tüm bu bilgiler kimin işine yarayacaktı ki.. Tüm bu karmaşık parmak izlerinden izleme yapan insanlar nasıl bir sonuç çıkarabilirlerdi ki.. Üstelik toplumun yüzde 90’ı yasadışı işlere bulaşmadığından emindi ve izleme işi masum insanların daha huzurlu yaşamalarını sağlamaya yönelikti. Evet insanlar böyle düşünüyordu. Daha özgür olduklarını. Daha güvende olduklarını. “Kimse özgür olduğuna inanan birinden daha iyi köle olamaz” - Johann Wolfgang Goethe Kimsenin özgür olduğu falan yoktu. Jean özgür kalabilmek için tüm insanları daha özgür hissettiren herşeyden vazgeçmek zorunda kalmıştı. Teknolojiden, sokaklardan, yemeklerden.. İzlenmekte olduklarını bilen insanların bilmediği bir şey vardı. İzlemeyi insanlar yapmıyordu. Sadece bunlar için geliştirilmiş güçlü bilgisayarlar vardı. Önce aynı kişiye ait posta hesaplarını tespit ediyor, mailleri tarıyor, sonra bu posta hesaplarıyla üye olunan ağları tespit edip tüm verileri depoluyor, mesajlaşmaları , kişisel bilgisayarı ile girdiği siteleri, hesap numaralarını, şifrelerini, adresini ve en son giriş yapılan konumunu tespit edip kaydediyor, mobil cihazı ile yaptığı görüşmeleri yazılı hale getiriyor, smsleri tarıyor, saniye saniye konum bilgisini güncelliyor ve daha binlerce parçayı saniyeler içinde bir araya getirip basit ve anlaşılır bir şekilde raporluyor. Her veri konusuna göre gruplara ayrılıyor ve edindiği bilgileri kullanarak yeni çıkarımlarda bulunabiliyor. Bu bilgisayarlardan istenilen herhangi konumda, o anda seyir halinde bulunan tüm insanlara ulaşılabiliyor ve o konumdaki tüm insanların siyasi ve dini görüşü, işi, malvarlığı, yakın çevresi ve daha fazlası görüntülenebiliyor. Diğer yandan bu bilgisayardan herhangi bir isme ulaşmak isterseniz birkaç saniye içinde konumu ve hareket yönü ile birlikte diğer tüm bilgilerine ulaşılabiliyor. Ayrıca üzerinde taşıdıkları telefonlar birer böcek görevi görüyor ve ortam dinlenebiliyor.Bir çok insan da önceleri göçmen kuşları takip etmek için kullanılmış ama daha sonra uzaktan sağlık kontrolleri yapmak maksadıyla deri altına yerleştirilen pirinç tanesi büyüklüğündeki çiplerden kullanıyorlardı. Ama tüm bunlar birazdan öğreneceklerinizin yanında özgürlüğe müdahale sayılamayacak kadar basit şeylerdi. Jean, terör, soygun ve diğer güvenlik önlemleri bahanesiyle kameralarla donatılan sokaklardaydı şimdi. Her 5 kişiye bir kamera düşüyordu. O bu şehirde en zor bulunacak kişiydi. Bunu biliyordu. Herhangi bir insan yalnızca 5 dakika içinde görüntülenebilirken onun bulunması saatler alabilirdi. Sokaklara döşenmiş kameralar suçluları bulmak ve yakalamak için kullanılan eskimiş bir yöntemdi aslında. 2010’lu yıllarda güvenlik güçleri bu kameralarla yakaladıkları terörist ve hırsızları televizyonlarda yayınlayarak etkili şovlar yapmış ama karşılığında insanların güvenlerini de kazanmayı başarmışlardı. Bugün üst düzey operasyonların son derece gizli bir yöntemle yapıldığından çok az kişinin bilgisi vardı. Bu yöntem oldukça acımasız ve ürkütücü aynı zamanda da etiğe aykırıydı. Yöntemin sızdırılması büyük halk hareketlerine ve isyanlara sebep olabilir, iç savaşlar çıkarabilir, yönetimlerine öfkeli insanları durdurmak imkansız hale gelirdi. İşte Jean’ın bildiği ama bilmemesi gereken bilgiydi bu. Avrupa ülkelerinin, geçtiğimiz on yıl içinde kendi vatandaşlarını katletmiş Arap liderler gibi yüzbinlerce insanı katletmesine gerek kalmaması için Jean ölmeliydi. Sadece Jean ölmeliydi şimdilik. Jean dikkat çekmeden otobüs durağına kadar gelmişti. Kameralardan kaçtığı yoktu. Çünkü onu arayanların bu gibi basit yöntemleri kullanmayacağını bilen ve bilmemesi gerek tek kişiydi. İnsanların bakışları. Kaçması gereken bu bakışlardı işte. 2020’ler 10 yıl öncesinde hayal olan şeylerin sıradanlaştığı yıllar oldu. Kendi kendini temizleyen, ısıtan hatta kalp masajı yapan askeri üniformalar askerlerin sırtındaki ağır yükleri oldukça hafifletti, arabalar hava durumuna göre kendiliğinden renk değiştirir oldu, binaların dış yüzeylerinde kendi kendini temizleyen cephe kaplamaları kullanıldı ve günlük yaşamda bir çok alanda 10 yıl öncekinden yüzlerce kat daha küçük boyutlarda ama binlerce kat daha hızlı bilgisayarlar ve makinalar üretildi. Nanoteknolojinin en yoğun kullanıldığı alan ise sağlık oldu. Vücuda bakteriden daha küçük boyutlarda taşıyıcı robotlar verildi ve bilgisayarla bu mikroskobik robotlar yönlendirilip eskiden hasarlı bölgeye ulaşana kadar etkisini yitiren ilaçlar tam yerine ulaştıktan sonra patlatıldı ve kanserli hücreler yok edildi. Aids ile mücadelede büyük başarı sağlandı, hücre gibi davranan robotlar üretildi ve organlar tamir edildi, kanda dolaşan savaşçı robotlar zararlı bakteri ve mikropları yok etti. Tıkanan damarları açmakla görevli robotlardan 1000 tanesi bir noktadan daha küçük yer kaplıyordu. Görme yetisini kaybetmiş insanlar bu robotlar kullanılarak tedavi edildi. Yaşlanma geciktirildi vs. Ama her şey olumlu yönde gelişmedi. Tıpkı atomu parçalamanın hala başarı olup olmadığının tartışılıyor olması gibi. Ajan hücreler geliştirildi. Bu robot hücreler hiçbir uyumsuzluk göstermeden vücutta dolaşıyor ve beyne gönderilmesi gereken uyarıları bilgisayarlardaki trojenler gibi başka kaynaklara gönderiyordu. Başka bir deyişle onlardan vücudunda dolaştıkları insanın gördüğü şeyleri kendileriyle paylaşmaları istenirse daha önce kendi kendilerini çoğaltıp milyarlarca olmuş bu robotlar isteğe göre uygun noktalara konuşlanıp görüntüyü dışarıya iletiyorlar. Yeri geldiğinde beyin hücrelerinde uygun kimyasal reaksiyonlar gerçekleştirerek vücudunda dolaştıkları insanın farklı düşünmesini daha doğrusu kendisinden istenilen şekilde hareket etmesini sağlıyorlar. Kendilerine emir gelmediği sürece vücudun normal fonksiyonlarını yerine getirmek için diğer hücrelerle birlikte çalışıyorlar. Peki bu robotlar insanların vücuduna nasıl yerleştiriliyordu ? Önceleri daha önce hiç görülmemiş ölümcül grip türleri için geliştirdikleri aşılar yoluyla. Bu robotların üretimi hızlandırılınca artık böyle aşılara gerek kalmadı. Şebeke sularına bile atılır oldu. Gıda maddelerine yerleştirildi. Ve neredeyse tüm insanlar gerektiğinde kullanılabilecek robotlar halini aldı. Hiç kimse aslında bir asker olduğunu anlayamıyordu. Oysa her gün, her saat, her dakika sosyal ağlarda izler bırakıyor olmalarını alışkanlık sanan 2 milyar insandan biriydi herkes. Kullanılmış insanların beyinlerinde bir müddet hiçbir konuya yoğunlaşamayacak şekilde reaksiyonlar gerçekleşiyordu. Zaten zamanla unutmuş oluyorlardı. Ama köklü değişiklikler yaşamışlarsa ölmeleri yeğleniyordu. Bu oldukça basitti. Robotlara verilecek tek bir emirle vücudun farklı kritik noktalarında damar tıkanıklıkları meydana geliyor yani bir anlamda fişleri çekiliyordu. Bakışlardan kaçabilirsen onlardan kurtulabilirsin. Jean şimdi otobüsteydi. Yolcuların oturduklarında yüzyüze bakacakları şekilde yerleştirilmiş koltuklardan hiç bu kadar rahatsız olmamıştı. En arkaya gitmek istedi. Yavaş adımlarla ilerliyordu. Kimseye bakmamak bir çözüm değildi. Önemli olan kimsenin ona bakmamasıydı. Bu mümkün müydü ? Buranın içi insanların birbirlerinin yüzlerine solumalarını sağlayacak şekilde dizayn edilmişti adeta. Solunda kafasını elindeki şehir haritasına gömmüş genç bir Asyalı kadın vardı. Ülkeye yeni gelmiş bir turist dedi içinden. Boynunda Çin Halk Cumhuriyeti  bayrağının yer aldığı bir künye vardı. Bir an kendisini arayanların çalıştığı ofisi düşündü. Eve gönderdikleri adamdan görebildikleri son görüntü kesik bir dil olmalıydı. Burada olduğumu bilselerdi ne yaparlardı diye sordu kendi kendine. Muhtemelen buradaki tüm insanların bilgilerini görüntüleyeceklerdir ve en uygun kişiyi seçip görevlendireceklerdir. Çinli kadını seçme olasılıkları düşük olmalıydı .Jean da böyle düşünüyordu ama kadın birden kafasını kaldırdı ve etrafını gözetlemeye başladı. Jean şüpheye kapıldı ama hala bu kadının seçilmiş olabileceğine ihtimal vermiyordu. Hem kanında robotların olup olmadığı bile kesin değildi. Yanından geçti ve en arkaya ulaştı. Tam bu sırada omuzuna dokunan bir el. Hızlıca arkasına baktı. Çinli kadındı. Bakışları hala masumdu. Elindeki cep telefonunu uzattı Jean’a. Kadın galiba telefonu Jean’ın düşürdüğünü sanıyordu. Oysa az önce kendi cebinden çıkarmıştı ve sonra telefon çalmıştı. Ayağa kalkıp az önce geçen adama getirmişti telefonu. Jean telefonu yavaşça aldı ve kulağına götürdü. Onlardı. Hızlı hızlı soluk alan bir kadın. Bir nefes sesi sadece. Sonra nefesin uzaklaştığını hissetti. Konuşma yoktu. Başka sesler yaklaşıyordu. Bu bir çocuktu. Ağlamaktan yorgun düşmüş bir çocuktu sanki. Jean’ın elleri titremeye başladı. Sonra yine yorgun ve inleyen bir fısıltı duydu. “Baba”. Telefon düştü elinden. …. Sadece denedim dün gece. Devamı gelecek mi bilmiyorum…..
Read On 20 Yorum

Le Renard Et L'enfant

Cumartesi, Eylül 10, 2016
     


      Yıllar önce izlemiş olduğum ve belirli aralıklarla defaaten izleyip nasip olursa bir kaç kez daha izlemeyi düşündüğüm benim için özel bir film "Le Renard Et L'enfant" . Daha önce bir kez daha bu güzel filmden size bahsetmiştim ancak filmi her izlediğimde önceki izleyişlerimde hissettiklerimin bir kısmını hissedemediğimi ancak önceki izleyişlerimde hissedemediğim bazı hislere yeni izleyişlerimde kucak açtığımı farkettim. Sanırım zamanla uzaklaştıklarımız, yakınlaştıklarımız, kaybettiklerimiz, kazandıklarımız, unuttuklarımız ve hatırladıklarımız bizi "aynı nehirde iki defa yıkanılmaz" öğretisindeki ilk yıkanıştan sonra üzerinden çok sular geçen nehre dönüştürüyor. İnsan, büyük denizlere dökülen bir nehirdir. Kimi zamanla aşındırdığı yatağını değiştirir kimi de sert kayalarla çizilmiş yolundan akıp gider. Kiminin suları durgun, kiminin çılgın. Aliya İzzetbegoviç yanlış hatırlamıyorsam Özgürlüğe Kaçışım kitabında(Tarihe Tanıklığım da olabilir) Kur'anı Kerim i delikanlı çağında okuduğunda başka, orta yaşlarda okuduğunda başka, ilerlemiş yaşında okuduğunda başka, hapiste okuduğunda başka zevk aldığını, hepsinde farklı ayetlerin kendisine dokunduğunu, farklı uyarıların kendisini sarstığını müşaahade ettiğini anlatmıştır.Bu minvalde "Unutma ben o artık eski ben değilim" der bir şarkı sözü..

       Filme tekrar dönersek size kısaca konusundan bahsetmek istiyorum. Film 2007 Fransız yapımı ve yönetmeni 2006 yılında March of the Penguins (İmparatorun Yolculuğu) belgeseli ile En iyi Belgesel filmi Oscar ödülünü alan Luc Jacquet. Filmin başrolünde 10 yaşlarında bir kız çocuğunu oynayan Bertille Noël-Bruneau var. Olaylar Fransa'nın doğusundaki yemyeşil dağların eteklerinde geçiyor. Okula gitmek için orman yolunu kullanan küçük kız bir gün sevimli bir tilki ile karşılaşır ve adeta büyülenir. Ancak tilki insanlara alışık değildir ve ormanda tilkileri öldüren avcılarla türdeş bu kız çocuğundan ürkmektedir. Ancak kız her geçen gün onu tekrar görmek ve ona biraz daha yaklaşmak istemektedir. Uzun uğraşlar sonucunda tilkiye yaklaşmayı hatta onunla arkadaş olmayı başarır. Ancak tilkiyi evcilleştirmeye çalışınca işler tersine döner ve film trajik bir şekilde sona erer. Kız bu ürkek tilkinin yakın bir dostu olmayı başarmıştır ve ona yaklaşıp dokunma ayrıcalığına kavuşmuştur. Boynuna geçirdiği bir bez parçası ile onu yanında tutabileceği yanılgısına düştüğünde ise bir daha geri dönülemez bir şekilde yara almıştır iki dost arasındaki münasebet.



Sonra başka bir film geldi aklıma.. Delikanlı kızı çok sevmiş.. Kız delikanlıdan hoşlanmış.. Yan yana olmak ikisine de huzur vermiştir.. Sonra aşk ufuktan yükselip siyah iplik beyaz iplikten ayrılacak olmuş ki.. Herşey tersine dönmüş..

Nuri Pakdil ile noktayı koymak istiyorum yazıya;

İnsanı kalbinden tutamadınız mı, görün, nasıl da kayıp gidecek elinizden..
Read On 0 Yorum

Longboard Girls Crew

Perşembe, Şubat 21, 2013


İsimlerini daha önce duydunuz mu ya da videolarına rastladınız mı bilmiyorum ama size "Longboard Girls Crew" adlı gruptan bahsetmek istiyorum bu yazıda. "Kaykaycı Kızlar" adlarının tam karşılığı değil mâmafih bunlar bildiğiniz "Kaykaycı Kızlar" . Ben iki üç yıl önce bir video ile haberdar oldum kendilerinden. İlk izlediğimde farkettiğim şey videonun insana müthiş bir enerji veriyor olduğuydu. Aklımda yazmak yoktu ama bugün uzun bir aradan sonra tekrar izledim ve ilk izlediğimde farkettiğim etkiyi tekrar hissedince belki bir başkasını da içine düştüğü kuyudan, sarılıp saklandığı melankoliden kurtarır diyerek yazmaya ve videoyu paylaşmaya karar verdim. Neden bizim de kaykayımız yok neden bizim de yollarımız güzel değil gibi kuyunun dibine çeken soru ve muhabbetlere hiç girmeyelim. Zaten bu yazıyı paylaşma amacımla da çelişecektir o konulardan bahsetmek. Çok uzatmak istemiyorum. Grubun kurucuları olan ve videoda göreceğiniz kızlar İspanyol. Bununla birlikte bir çok ülkede destekçisi mevcut. Kaykayın yaygın olarak kullanıldığı ülkelerde bu işin en iyilerinin erkekler olduğu görüşü hakim olacak ki grup bu önyargıyı yok etmeyi amaç edinmiş. Kırmızı şirin bir Volkswagen (Arabalar konusunda cahilim ama 64 model Deluxe Microbus Chameleon olabilir) ile yollara düşüp ülkenin değişik yerlerinde kaymaya gidiyorlar. Eğlendiklerinden hiç şüphem yok .

Şurada bir siteleri http://longboardgirlscrew.com/
Burada Facebook adresleri https://www.facebook.com/longboardgc
Orada da twitter hesapları https://twitter.com/longboardgirls mevcut.

Tavsiyem Hd modda video dolduktan sonra tam ekran izlemeniz.

Read On 0 Yorum

Blogger' da Mention Özelliği

Çarşamba, Ocak 09, 2013

Blogger beni mi izliyor acaba? Blogger kim ya google beni izliyor. Google da öyle kanlı canlı bir insan olmadığına göre Larry Page ve Sergey Brin işi gücü bırakmış beni takip ediyor. Kanıtlayabilirim. Bundan yaklaşık bir yıl önce "Blogger için öneri" başlıklı bir yazı yazmıştım hatırlayanlarınız varsa. Hatırlayanlarınız varsa ne demekse artık? Sanki hatırlayan yoksa öyle bir yazı yazmamışım gibi. Neyse ben linkini vereyim siz de hatırlayıverin http://naysting.blogspot.com/2012/02/blogger-icin-oneri.html "Yaaa hacı biz şimdi bu linke sağ tıklıycaz da yeni sekmede aç diycez de. Uzun işşşşşzzzz.." diyenleriniz için başka bir şey yapıyorum. Hadi Bakalım..


Evet işte bu mention önerim artık blooger için bir öneri değil özellik olmuş durumda. Blogger ekibi beni dinlemiş demiyorum ama dediğimi yapmışlar gördüğüm kadarıyla. Artık bloggerda yazdığımız yazılarda bahsedeceğimiz blog ve blogger için fellik fellik link aramak zorunda değiliz. Blogger profilinden google plus a geçiş yapan herkes yazı içerisinde @ veya + karakterlerinden sonra bahsetmek istediği arkadaşının kullanıcı adını yazınca post yayınlandığı anda o kişilere birer mail gidiyor. Zaten @ ve + dan sonra listen ekranda beliriyor ve kolayca seçim yapabiliyorsun. Böylece hem bahsettiin arkadaşının linkini bulman hem de bahsettiğini o arkadaşına haber vermen gerekmiyor. Özellikle mimleme olayında bu özelliğin değerini daha iyi anlayacaksınız.

Önce kendimde deniyorum +Nays T!ng .

Şimdi de bi kaç arkadaşa bu yazıyı haber veriyorum. +elvan tuncer , +Nuray Ilbars  , +Ipek Ipeksi  , +Buket T. , +Cavlan Erdost , +Emek Kızıltaş , +Nini Nileud , +Yılmaz Barış , +beyaz cat ,

Bu özelliğin çalışması için blogger profilden google plus a geçiş yapmış olmanız gerekiyor. Hala geçmemiş ve nasıl geçiş yapılacağını bilmeyenler için yerini söylüyorum : Blogger a giriş yaptığınızda panelin sağ üst köşesinde dil seçeneğinin yanındaki simgeye tıklayın görürsünüz. Umarım bu özellik kötüye kullanılmaz. Zira  spam maillerin artacağını düşünüyorum. Hiç tanımadığımız insanlar veya firmalar reklam için ellerinde bulunan google plus listelerini tek tıkla yayınlayabilir ve size gelen bildirimler çileye dönüşebilir. Bunu da ben mi düşüneyim artık ?

Read On 6 Yorum

Petrol ve Terör

Cumartesi, Ağustos 18, 2012

15 Mart 1915'te yazılan bir Daily Telegraph makalesinde dünya çapında sürmekte olan savaşın bir "petrol savaşı" olduğu yorumu yapılmıştır. Bu yorum çok doğru çünkü savaştan önce Osmanlı toprağı olan Irak, Lübnan, Suriye ve Suudi Arabistan'ın bir bölümü savaş sonrasında Osmanlı'dan koparılmıştı. Bakıldığında bu ülkelerin ortak özelliğinin hepsinin "petrol ülkeleri" olduğu açıkça görülüyor. Çanakkale Boğazını gemilerle geçeceğine inanan İngilizler yanılmıştı. Karadan geçeceklerine inandıklarında da durum değişmedi. İngilizler için Çanakkale 200 bin askerinin öldüğü bir fiyaskoydu. Peki bu kadar ısrarcı olmalarının arkasında hangi sebep vardı ? Cevabı basit aslında ; Petrol sahalarını kontrolünde tutmak . Bunu savaşarak başaramayacağını anlayan İngilizler Arapları Osmanlıya karşı ayaklanmaları için kışkırttı. Onlara bağımsızlık sözü vererek bölgeyi parçalara ayırdıktan sonra Fransızlarla aralarında paylaştı. Fransa'ya Türkiye'nin güneydoğusu, Kuzey Irak, Suriye ve Lübnan verilirken, İngilizler Ürdün, Irak ve Filistin ' i aldı. İtalya'ya ise Osmanlının petrol bulunmayan yerleri uygun görüldü. Ruslara da Kürdistan diye adlandırdıkları yerler ve Ermenistan'ın bir kısmı ayrılmıştı. Ancak Rusya'da devrim olunca bu gizli anlaşmaları tüm dünyaya açıkladı. Savaş bittiğinde Osmanlının petrol fışkıran toprakları İngiliz ve Fransız koruması (!) altındaki Ortadoğu ülkeleri haline geldiler. Kasım 1918'de bir hafta önce ateşkes imzalayan İngilizlerin anlaşmayı çiğneyerek Musul'a girmeleri bu savaşın petrol savaşı olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. Son yüzyılda yapılan savaşların neredeyse tamamı petrol için yapılmış ve milyonlarca insan bu uğurda öldürülmüştür.



1935'te İtalya tanklar, uçaklar, zırhlı kamyonlarla kömür, platin ve petrol dışında bunların hiçbirine sahip olmayan Etiyopya'ya saldırdığında, uçakların kanatlarına yerleştirdikleri özel spreylerle kadın, çocuk, asker ve hayvanları ölümcül yağmurlarla yıkamıştı.

Petrolde tamamen dışa bağımlı olan Japonyanın, yüzde 80 tedarikçisi durumunda olan Amerika ile savaşması ve sonrasında hepimizin bildiği acı gelişmeler yine petrol yüzündendi.

Hitler, Avrupanın neredeyse tamamını işgal ettiğinde mağlup edilemeyen bir ülke olmak için Kafkasları ele geçirmek zorunda olduğunu biliyordu. Çünkü Romanyanın ve Kuzey Afrikadaki Vichy'nin petrolü yetersizdi. Bu yüzden önce Hazar Denizini almak sonra da İran, ırak ve Hindistan'ın petrol sahalarına hakim olmak istiyordu. "Bakü petrolünü ele geçiremezsek, savaş kaybedilir." diyordu Hitler . 200 günden fazla süren Stalingrad Savaşı bir buçuk milyon askerin ve 50 bin sivilin ölümüne sebep oldu.



Aralık 1944'te müthiş bir yakıt sıkıntısı çeken Almanlar tüm yakıtlarını toplayıp son çare olarak Belçika'daki Stavelot yakınındaki yakıt deposunu ele geçirmek için saldırdı. 2 buçuk milyon galon yakıtın bulunduğu depoya bir mil kadar yaklaşmalarına rağmen güncel olmayan haritaları sebebiyle bulamadılar ve yakıtları bitti. Almanlar artık işe yaramayan savaş makinelerini bırakıp eşeklerle geri çekilmeye başladıklarında bir milyon asker ölmüştü bile. Yakıt için saldırmış ve yakıtları tükendiği için kaybetmişlerdi.

Batılıların sömürgesindeki ülkeler zamanla özgürlükleri için savaş verdiler ve bir çoğu bağımsızlığını ilan etti. Asya ve Afrikadaki sömürgeler bağımsızlıklarından sonra bile büyük petrol şirketlerinin talimatlarıyla yönetildi. Zaten bu petrol şirketlerinin ortakları batılı ülkelerin yönetiminde en üst mevkilerde bulunuyordu. Bugün bile durum aynıdır. Petrol şirketlerinin nerede bittikleri ve iktidarların nerede başladıkları belli değildir. Bağımsızlıklarını ilan ettiklerini sanan ülkeler ürettikleri petrolleri istedikleri fiyattan satamıyorlardı. Kime, ne kadar ve ne fiyattan petrol satacaklarını büyük petrol şirketleri belirliyordu.Bu şirketlerin çıkarlarını tehlikeye atan liderler ve yönetimler hemen kanlı darbelerle devriliyordu.

İran petrolünü millileştirmek istediğinde CIA tarafından organize dilen bir darbeyle İran başbakanı Musaddık görevinden indirilirken Amerikan ve İngiliz istihbaratının yardımlarıyla başa getirilen Şah, petrolün yüzde 40'ını Amerikaya geri kalanını da İngilizlere , Fransızlara ve İran'a bırakan anlaşmalara imza attı.

Benzer senaryo Irak lideri Kasım için de uygulandı. Kasım'a suikast düzenleyen 6 kişilik ekibi Amerika eğitmişti ve Amerikan istihbaratıyla hareket ediyorlardı. Bu ekipteki suikastçılardan biri de o zamanlar 22 yaşında olan 'Saddam Hüseyin' idi.

Senaryolar her yerde benzerdi. Mısır'ın ; İsrail, Fransa ve İngiltere tarafından işgali , Nasır'ın Avrupa'nın petrol için baş rotası olan Süveyş Kanalını millileştirmesinden hemen sonra geldi.

Petrol ülkeleri zamanla daha fazla pay almak için sömürgeci batılı devletlere ve dev petrol şirketlerine baskı yaptı. Petrol fiyatlarının aşırı düşüşüne ve batılı devletlerin aşırı tüketimine karşılık "Petrol Üreten Ülkeler Örgütü" kuruldu. Ancak OPEC dev petrol şirketlerinin karşısında etkisiz kaldı. Fiyatı yine tüketen ülkeler belirliyordu. Taa ki Eylül 1960' da Albay Muammer Kaddafi , Avrupalıların kolayca pazarlık yaptığı Kral İdris'in çürümüş rejimini bir grup genç ordu subayı ile devirene kadar. Kaddafi, büyük bir petrol şirketinin avukatlığını yapmış olan ve petrol ticaretinin nasıl işlediğini iyi bilen Doktor Süleyman Mağribi'yi başbakan olarak atadı. Kaddafi ve Magribi petrol petrol şirketlerinin Libya'yı aldattığından emindi ve bunu engellemeye kararlıydı. Kaddafi Libya'da iş yapan yirmi bir petrol şirketine fiyatlarına arttırmalarını emretti, kısa zamanda petrol şirketlerini ve batılıları yola getirdi. Büyük petrol şirketleri Libya'da Kaddafi'nin şartları ile çalışıyorlardı artık. Kaddafi OPEC için bir ilham kaynağı olmakla birlikte diğer petrol ülkelerinin uyanışını sağladı. Dünya genelinde petrol fiyatları dört katına çıktı. Sömürgeci ülkelerden petrol için daha fazla para çıkıyor sömürge ülkelerine ise alışık olmadıkları kadar fazla nakit para giriyordu. Bu ülkelere lüks arabalar giriyor, saraylar ve lüks binalar inşaa ediliyor, halk için sosyal projeler gerçekleştiriliyordu. Ancak en büyük parayı silaha veriyorlardı. Silah satışı batılıların kaşıkla verdiğini kepçeyle geri alma yöntemiydi.



Amerika silahını satmak için petrolü olan devletleri hep birbirine düşürdü. Tıpkı soğuk savaş yıllarında kominist bloka karşı desteğe ihtiyacı olan devletlere silah sattığı gibi şimdi de petrolü olan ülkelere silah satıyordu petrolden kazandıklarını ellerinden almak için. İsrail bölge için hep büyük bir tehdit olmuştu ve silahlanmayı gerekli kılıyordu. İran'ın eğitimsiz ordusuna birkaç yılda onlarca milyar dolar silah sattı. On yıl süren İran -Irak savaşında İran'a gizlice silah satan Amerika ve Irak'a gizlice silah satan İngiltere dışında kazanan olmadı. Onlarca yıl iç savaş yaşayan Angola'nın çok zengin elmas , altın ve petrol rezervlerine sahip olması tesadüf değildi. Amerika bu savaşta farklı zamanlarda farklı grupları destekleyerek en iyi bildiği işi yapıyordu.

Nijerya'nın Biafra yöresinde büyük petrol rezervi bulunmasıyla buranın Nijerya'dan ayrılmak istemesi de tesadüf değildi. Soğuk savaş döneminin en kanlı çatışmalarının yaşandığı Biafra savaşında çoğu açlıktan 3 milyondan fazla sivil insan ölürken İngiltere "aç bırakarak öldürmeyi bir savaş taktiği olarak gören" hükümetin savaştan galip çıkacağını düşündüğü için zulme destek verdi. Tıpkı bugün Rusya'nın Esad'a destek vermesinde olduğu gibi. Galip gelecek tarafın yanında durursa savaş sonrası petrol anlaşmaları yapmak daha kolay olurdu. Dünya açlıktan ölen insanların resimlerini gördüğünde acıma ve şefkat duygusuyla Biafralılara yiyecek ve ilaç götürme yarışına girişirken İngiliz ve Mısırlı pilotlar Sovyet yapımı uçaklarla zaten açlıktan ölecek olan milyonlarca sivilin başına bombalar yağdırıyordu. Ne için ? Petrol .



60'lardan sonra Sovyet jeologlar doğal gaz ve petrol araştırmaları yaptığı Afganistan'da 95 milyon varil rezerv bulunca Sovyetlerin bu ülkeye girmek için haklı sebepleri (!) olmuştu. Çünkü raporlar Sovyetlerin kısa zamanda petrolünün tükeneceğini ve batıya satmak bir yana kendi kullanmı için bile Ortadoğu petrolüne ihtiyaç duyacağını söylüyordu. Amerika Sovyetlerin Afganistanı OPEC petrollerini ele geçirmek için bir üs olarak kullanacak olmasına göz yummazdı. Afgan isyancılarını Sovyetlere karşı koyacak silahlarla donattı. CIA kırktan fazla ülkeden 35 bin radikal islamcıyı Afganistan'a gidip Sovyetlere karşı savaşması için kışkırttı. Usame Bin Ladin , Amerika'nın Afgansitan'a getirip eğitim ve silah verdiği isimlerden biriydi. Bir milyondan fazla insanın öldüğü savaş sona erdiğinde Afganistan'da insandan çok füze vardı. Bu da iç çatışma demekti. İktidar mücadeleleri demekti. Amerika Afganistan'ı kendisinin silahlandırdığı insanlarda kurtarmak için işgal etti. Ancak kendi halkını ve dünyayı bu işgalin Amerikanın kendi meselesi olduğuna inandırması gerekiyordu. Sonrası malum ; 11 Eylül saldırısı ve Bin Ladin'i aramak adı alında işgaller, ölümler... Tüm bunlar ne içindi ? Petrol .



Irak'ın Kuveyt'i işgal etmesi ve bine yakın petrol kuyusunu havaya uçurarak Çernobil'e denk bir çevre kirliğine sebebiyet vermesi de petrol içindi, Amerika'nın Irak'ı işgal edip milyonlarca Iraklıyı öldürmesi de.

Bunların çoğu çevremizde gerçekleştiği ve bizi bazen doğrudan bazen dolaylı olarak etkilediği için bilinen veya tahmin edilen hiç olmazsa kulak aşinalığı olunan konular. Oysa Somali'de de , Myanmar'da da , Darfur'da da, Nijerya'da da , Kolombiya'da da, Angola'da da, Ekvador'da da aynı kirli oyunlar dönüyor. Bizim açlık ve sefalet görüp yiyecek ve ilaç yardımı gönderdiğimiz topraklara medeni ülkeler petrol görüp silah gönderiyor.

Biliyorum çok uzun bir yazı oldu ancak anlatmak istediklerimin yarısını anlattım henüz. Türkiye'de de bu oyunlar oynandı ve oynanıyor. Bunu anlAtacaktım. Türkiye'de petrol var mı ? Varsa ne kadar petrol var ? Neden çıkarılmıyor ? Bunları ve bunların terör ile ilişkisini anlatacaktım. Ama çok uzun olacaktı. Bu yüzden şimdilik bu kadarını yazdım.

Devamı gelecek..
Read On 2 Yorum

Tartışma Kültürü

Pazartesi, Haziran 04, 2012

Üniversitede biri ilk dönemde diğeri ikinci dönemde olmak üzere yılda en fazla iki sunum yapan arkadaşlarımdan bazıları sunumlarına “ Bugünkü anlatacaklarım..” şeklinde başladığında sorardım içimden “ Dün ne anlattın ki?” diye. Bu soruyu sizin de sormamanız için “Bugünkü yazım..” diye başlamayı düşünmüyorum postuma. Postuma mı? O ne öyle ya? Yemin ederim tuzlanmış deri geldi aklıma. Bu postumu Türk Hava Kurumuna mı bağışlasam acaba?

“İyi bir blogcu iki üç günde bir yazar” temalı yazıma kadar iki üç günde bir yazan ideal bir blogcuydum. Ne olduysa o yazıdan sonra oldu. Yazamıyorum. Yazacak şey yok, demiyorum. Yazamıyorum diyorum. Ne çok “yazmak” fiilini kullandım ben bu yazıda. Neyse neden yazamadığımı açıklamaktan vazgeçtim. Yazmıyorum. Sanki çok da umrunuzdaydı neden yazamadığım.

Yazamıyorum dediysem de takip etmiyorum demedim. Ders çalışmaya ara verdiğimde telefona sarılıp haber sitelerine, bloglarınıza, twitter ahalisinin üretip türettiklerine bakıyorum hızlıca… Gündemden geri kalmıyorum anlayacağınız. Bugün gündemin sıcak konusu kürtaj ve eltisi sezaryen hakkında bişeyler söyleyebilirdim ama ondan da vazgeçtim şimdi. Tartışmaların olması beni karamsarlığa itmiyor ama keşke tartışmaların nasıl yapılması gerektiğini öğrenmiş , karşısındakine değer veren, empati kurabilen, özeleştiri yapabilen, değişime açık, bilgili daha da önemlisi hoşgörülü ve ön yargısız yetişkinlerimiz olsaydı diyorum. Okullarımızda yüzlerce tartışma tekniğinden en zararlı olanının daha doğrusu getirileri götürülerinden az olanının kullanılıyor olmasının uzun vadede televizyon ekranlarına yansıması olarak görüyorum bunu ben. Münazaradan bahsediyorum. Bildiğiniz gibi bu tartışma tekniği iki zıt fikrin bir jüri önünde savunulması şeklinde gerçekleştiriliyor. “Anne mi önemlidir baba mı?” , “ Okul mu önemlidir aile mi?” , “ Çok okuyan mı bilir çok gezen mi?” gibi sorular sorulur ve genellikle taraflar kura ile belirlenir. Önemli olan sadece kendi görüşünün doğruluğuna inandırmaktır. Şovenist, saldırgan, laf ebesi , söz ustası ve sempati duyulan kişilerin bulunduğu taraf kazanır. Hiçbir şekilde fikirlerini değiştirmemeleri, kendilerine verilen fikri körü körüne savunmaları istenir. Evet bu tartışmanın da kazandırdıkları var tabi ki. Karşı fikri de bilmeyi gerektirir, araştırma becerisi kazandırır vs. Ama alternatif tartışma teknikleri yerine okullarda en çok hatta sadece münazaranın kullanılıyor olması gelecekte farklı istenmeyen davranışlara neden oluyor. Bir fikri körü körüne de olsa iyi savunduğunda haklı çıkabileceğini öğreniyor, katılmadığı bir fikri beğenilme arzusuyla savunarak iki yüzlülüğe alışıyor, fikrini ne olursa olsun değiştirmemesi gerektiğine inanırken; karşısındakinin doğrularına katılmayı, hoşgörü ve empatiyi zayıflık olarak görmeye başlıyor… Tüm bu istenmeyen davranışların ödüllendirildiği bir dersin yanında , eğitim hayatı boyunca öğretilen fiziğin, kimyanın, tarihin, felsefenin hiçbir değeri kalmıyor. Çünkü bildiklerini uzlaşmak, anlaşmak, anlamak için değil saldırmak ve kazanmak için kullanıyor.


Eğitim sistemimizin milyon yanlışlıklarından sadece birinin, hayatın tüm alanlarına nasıl yansıyabildiğini görebiliyor musunuz? Bu kadar yanlış varken evlerimizde, kahvehanelerde, kuaförde, okulda, televizyonlarda hatta mecliste kimin neyi tartıştığı ve ne sonuca vardığının ne önemi var. Varılacak sonuç asla doğru olmayacak. Ne varılan sonuç ne de o sonucun tam tersi doğru. Bu ülkede neyi tartışacağımıza siyasetçiler karar verebilir evet ama siyasetçiler dahil nasıl tartışacağımızı bilmiyor oluşumuz eğitim sistemimizin ve sistemi yürütenlerin ayıbı.

Söyleyeceklerim bu kadar. Gitmek zorundayım çünkü cari açığın en son kaç milyar dolar olduğunu takip etmeye harcamam gereken vakti, düşündüklerimi burada sizinle paylaşmak için harcadığım için "öğretmen" olamayabilirim.
Read On 5 Yorum

David Meerman Scott

Çarşamba, Mayıs 02, 2012

Bloglarla ilgilendiğimden beri içinde “blog” yazan her yazıyı önemsedim. İlgi alanıma giriyor olması, seçtiğim meslek ile paralellik göstermesi, blog yazıyor olmam ve blog yazma kültürünü çevremden başlayarak yaygınlaştırma gayreti içine girmemden dolayı “ Blog nedir? Kimler yazabilir ? Kimler blog yazmalıdır? Blog yazmanın faydaları nelerdir? Etkili blog nasıl olur?" gibi soruların en detaylı cevabını aradım durdum. Üniversitede daha önce yapılmamış bişeyi yaptım ve uzun araştırma ve tecrübelerime dayanarak bir seminer düzenledim. Gelecekte daha fazla kişiye daha geniş bilgi ve tecrübeyle yeni seminerler vermek isterim. Tıpkı blog yazarken olduğu gibi hiçbir maddi beklentim olmadan yapmak istiyorum bunu.

Daha fazla bilgi ve daha fazla bakış açısı için kitaplar mükemmel birer kaynak. Genellikle aynı anda iki veya üç kitap okurum ben. Biri fantastik- polisiye-macera türü olur, biri siyasi-tarihi, biri de mutlaka teknoloji. Bloglar konusuna ayrı bir önem verdiğimi söyledim. Ve bu konuda okuduğum en faydalı , en zevkli kitap bugün size bahsetmek istediğim David Meerman Scott ‘un “ Pazarlamanın ve İletişimin Yeni Kuralları” adlı kitabı oldu. Verdiği bilgiler, bu konuda yaptığı araştırmalar ve kendisinin de çok aktif bir blogger olması bana bu kitabı sevdiren faktörler. En güzel tarafı da şimdiye kadar okuduğum teknoloji veya iş kitaplarının neredeyse tamamında gördüğüm resmi, gösterişli, ağır ve sıkıcı terimlerle boğan üslubun yerine yazarın samimi, açık ve anlaşılır bir dil kullanmış olması. Her kesimden insana hitap ettiği gibi her kesimden insanın anlayabileceği kendi tabiriyle “blog dili ” ile anlatmış. “Siz okurlara daha iyi geleceğini düşündüğüm için yeni kuralları sizinle paylaşırken blog dilimi kullandım” demiş.



250 dolarlık kamerasıyla Microsoft çalışanlarının, üzerinde çalıştıkları ve yaptıkları ürünler hakkında düşündüklerini kaydederek internette yayınlayan, böylece ayda 4 milyondan fazla farklı ziyaretçi kitlesi oluşturan bir adam. Satışlarını bir yılda iki katına çıkarmayı yeni medyayı anlamaya ve onun getirdiği yeni kuralları uygulamaya borçlu bir şarap üreticisi. Sadece bir blogcu, bir kamera kullanıcısı ve bir Flickr fotoğrafçısı ile 2006’da Amerikada başkanlık yarışına katılan bir siyasetçi. Ve bu kitapta bahsi geçen daha onlarca insan, olay, örnek.. Hepsi yepyeni bir dünyaya girdiğimizi gösteriyor bize.

Yukarda bahsettiğim “kamerasıyla 4 milyon ziyaretçi çeken adam” , Microsoft’tan ayrılışını dünyaya bloggerların duyurduğu, teknoloji konusunda otorite bir isim olan “Robert Scoble” . Ve o bu kitap için şöyle söylüyor ; Bu kitabı okuyarak, işinizi kurmak için gerekli güvenilirliği nasıl kazanacağınızı öğreneceksiniz. Tadına varın !

David Meerman Scott, eskiden dünyaca ünlü çok büyük bir şirkette pazarlama bölümü başkan yardımcısıyken basılı reklam ve PR ajansı için yılda yüz binlerce dolar harcama yapan biri olarak; eski pazarlama ve PR kurallarının artık işe yaramadığını, internetin gücünden yararlanmak isteyenlerin eski kurallara aldırmaması gerektiğini söylüyor. Kitabın bir çok yerinde bu kitapta anlattıklarının Pazarlama ve PR uzmanlarının uykularını kaçırdığını ifade ediyor. Bir alıntıyla örnek vereyim ;

“ Bazı pazarlama ve PR profesyonellerinin eski alışkanlıklarını değiştirmekte çok zorlandıklarını görüyorum. Bu fikirler insanların rahatını kaçırıyor. Konferanslarda konuştuğum zaman insanlar çoğu zaman savunmacı bir duruş alarak kollarını bağlıyor ve başlarını öne eğip ayakkabılarını seyrediyorlar. Eski kuralları öğrenmiş olan pazarlama ve PR profesyonelleri doğal olarak doğrudan erişimin yeni dünyasına direniyorlar”.

Bu kitap, ürünlerini satın alan müşterilerinin kendilerini nereden bulduklarını öğrenmek amacıyla yaptıkları anketlerden yüzde 90 “internetten” sonucunu elde etmiş şirket yöneticilerinin kalan yüzde 10 için harcadıkları devasa paraları nerelerde kullandıklarını öğrenme fırsatı sunuyor okurlarına. Sosyal medya, Youtube ve blog çağında kitlelere sesleniyormuş izlenimi veren etkisiz televizyon reklamlarına devasa bütçeler ayırıp hiç kimseye sesini duyuramamak yerine çok daha küçük bütçelerle çok daha fazla kişiye ve çok daha etkili bir şekilde ulaşmanın yollarını sıralıyor.

“Yeni Kurallar” söyleminin yakın zamanın “ yeni yalanlarından biri” olduğunun bilincinde olan Scott buna rağmen kitabın adında “yeni kurallar” ifadesine yer vermiş. Eskiden olsa kitabın çok satması ve okunması için reklamlara para harcaması veya bir gazeteciyi kitap hakkında yazması için ikna etmesi gerektiğini ancak şimdi okuyanların kitap hakkındaki düşüncelerini kolayca paylaşabileceği bir ortamda kendi kitabına güvendiğini ve “yeni kurallar” yalanları arasında kaybolmayacağından emin olduğunu söylüyor. Ve haklı çıkıyor ki tüm dünyada bu kitap çok satanlar listelerinde yer alıyor.

Üç kısımdan oluşan kitabın I. Kısmında internetin pazarlama ve PR kurallarını nasıl değiştireceği, II.kısımda bloglar, pod yayınları, forumlar, vikiler, viral yayılma, internet siteleri gibi araç ve kavramları tanıtıyor ama kendisi de bir blog yazarı olan Scott ; "siz bu satırları okuyana dek kitaba ekleyebilmiş olmayı çok isteyeceğim yeni tekniklerle karşılaşacağımdan hiç kuşkum yok. Online araçlar çok hızlı gelişiyor” diye de ekliyor. III. Kısımda da yeni kuralları nasıl hayata geçirebileceğimizi, araçların nasıl etkili kullanılacağını anlatarak okurlara rehberlik ediyor.

Scott, hedeflerine ulaşmakta blogunun ne kadar yardımcı olduğuna hala şaşırıyormuş. Aklına gelen fikirleri blogunda paylaştığını, takipçilerinden aldığı geri bildirimlerin onu yönlendirdiği ve blogculuğun hayatını değiştirdiğini söylüyor. Dünya çapında onlarca konuşma yapmasını da, danışmanlık hizmeti verdiği müşterilerinin önemli bir kısmının kendisini tercih etmiş olmasını da hatta çok satan listelerinde üst sıralarda olan bu kitabını yazmasını da bloguna borçlu olduğunu anlatıyor.

Blogları, blogların gücünü, blog yayınlamayı, bloglardan yararlanan organizasyonları ve blogların organizasyonlara katkılarını da ele alan yazar, blog yazmaya başlamadan önce bilinmesi ve yapılması gerekenleri anlatıyor tek tek.

Blogu olanlar, blog yazmayı düşünenler, Halkla İlişkiler ve Pazarlama uzmanları, Sosyal Medya Uzmaları… Kısacası interneti etkili kullanmak isteyen, yeni dünyaya ayak uydurmak isteyen herkes için çok faydalı olacak bir kitap. Kendiniz için, çocuklarınız için, şirketiniz için alıp okuyun derim.
Read On 12 Yorum

Blogger Yeni Görünüm

Cumartesi, Nisan 21, 2012

Küfretmek istediğiniz birine "Yeni Blogger Arayüzüne Benziyorsun" demeniz yeterli. Ancak çok dikkatli olun ve gerçekten o insanı hayatınızdan tamamen çıkarmak istediğinizden emin değilseniz sakın ola bu benzetmeyi kullanmayın. Evliyseniz ve eşinize bunu söylediyseniz kesinlikle boşanma sebebidir. Bir futbol maçında rakip takım oyuncusuna "F... blogger new interface" deseniz öyle 2 maçla kurtaramazsınız yakayı. Futbol hayatınız biter. Sonra ekranlara çıkıp "Öyle demek istemedim. "F... blogger new interface" aslında "dingil" gibi bişey. Başka anlamda söylediysem dilimi eşşek arıları soksun" gibi açıklamalar yapmak zorunda kalırsınız.


Blogger'ın arayüz yeniliği bize bir kez daha göstermiş oldu ki her gelişim bir değişimdir ama her değişim bir gelişim değildir. Sevmedik. Sevemedik. "Zamanla alışırsınız" taktiği uyguluyorlar ama beni düşündüren şey "google" gibi sadelikten ve kullanıcı memnuniyetinden ödün vermeyen bir şirketin "less is more" felsefesini terkettiğinin sinyallerini veriyor olması. Facebook gibi burnunun dikine hareket etmeye başlaması hiç hayra alamet değil. Kullanıcı dostu tavırlarının karşılığında eksikleri görmezden gelinen hatta tüm mailleri tarıyor olmalarına bile kimsenin ses çıkarmadığı google, belki blogger yüzünden değil ama bu yeni felsefesi yüzünden gelecekte sıkıntılar yaşayabilir.

Kullanıcılara sorulabilirdi. Anketler yapılabilirdi. Fikirler istenebilirdi. Ya da tıpkı kullanıcılara sunduğu hazır temalar gibi farklı farklı arayüzler geliştirilip her kullanıcının kendi arayüzünü seçmesi sağlanabilirdi. Hatta kullanıcılar nasıl ki bloglarının tasarımını veya öğelerin yerleşimini kendileri yapıyorsa arayüzlerini de kendileri geliştirebilir ve özelleştirebilirdi. Ama bunları yapmayıp kullanıcıların yüzde 90'ının sevmediği yeni bir arayüze geçmekte ısrar ediyor ve onları zorluyor. Bari şikayetleri dinleseler. Tepkilere kulak verseler.

Biraz araştırdım yeni blogger için olumlu konuşan sadece bir kişeye rastladım. Genel olarak tepkiler şu şekilde :


@Ipekbocegii Yeni sürümle blogger paneli açmak gelmiyo içimden yorum görme denetleme bile işkence ya offf:(

@bakimlininblogu blogger ın yeni haline alışmak zaman alacak. hiç beğenmedim :s

@bellatrixbegins Blogger'ın yeni hali insanı yazmaktan soğutur. Günahım kadar sevmedim.

@kozmoblog "blogger yeni görünümüne kavuşuyor" cümlsini her okuduğumda titriyorum. nefret ediyorum yahu alıştığım şeylerin kontrol dışı değişiminden.

@seymaslife blogger'ın yeni yüzünü sevemedim, geçmiycem, inat ettim.

@Hapfairy Oh no, I hate the new Blogger layout. Can't find a thing!

@This_girlslife OK really don't like the new blogger layout - why does everything always have to chaaaaaaaaaange - we fear change

@ptnik Dear @Blogger, scheduled post still not publishing. New interface unusable in mobile browsers (to try and publish manually). C'mon.

@reyhanlahersey Bu yeni blogger arayüzünün kayıt düzenle seçeneği nerde yahu! Aramak bile gelmiyor içimden.İlahikomedyaaaaaa! Ben beğenseydim Hamlet derdim

@LunaparkQueen Offff Blogger'ın yeni arayüzü iğrenççç.. Hiç sevmedim :(((

@aynadakikedi yeni blogger arayüzünü sevmiyorum =(

@madammoda Blogger kendi kendine yeni ara yuze gecmis.Zorunda miyim kardesim???

@Ipekbocegii Blogger panel yeni sürüme geçmiş çok mutsuzuumm:(

@valerieboucher Just for the record, I absolutely hate Blogger's new layout.

@eugelng NO BLOGGER, NO. I don't want you to update to the new layout. UGHHHfjalskdjf

@betsymck WOW! How in the world did I miss that the @Blogger was going to change their editing & posting format?? Not very user-friendly :(

@MeTheManAndBaby I dont want it :( everytime I click on to blogger I go back to the old style! @blogger

@pushingrope Looking on Twitter, see that many people hate the newhttp://Blogger.com interface as much as I do. I ask followers, should I try Tumbler

@texasinafrica Here's the thing, Google. Your new cross-platform interface sucks. It sucks on Gmail, it sucks on G+, it sucks on Reader. Why Blogger?

@piratebluestar @blogger -- your new interface looks terrible. What happened? That is not an update. it looks terrible. Uck!

@ipv10 I don't like the new blogger interface. It is confusing

@Swordroll I do not like blogger's new look. :/

@lookcloserblog ughhh i cannot stand the new blogger layout! doing this post is taking forever

@jointhegossip Who else hates the new Blogger dashboard?

@rebeccamherman oh dear God I HATE the new Blogger interface. Why can't it be optional?

@fashionsteeleny I literally Hate the new @blogger outlay. It it super slow, freezes every 2 secs and doesn't save documents properly...hello wordpress :-(
Read On 32 Yorum

Sigara Yasağı ve Faşizm

Cumartesi, Nisan 14, 2012

Faşizm , bir grubun, bir ırkın, bir milletin , bir devletin veya yalnızca bir kişinin bir konuda diğer gruba, ırka, millete, devlete veya kişiye baskıyla, zorbalıkla, tehditle veya şiddetle kendi görüşünü, duruşunu, karalarını veya eylemlerini kabul ettirmesidir. Evet bu tanım bana ait ve kabaca böyle bir ideoloji. Faşizm denilince aklımıza İtalya veya Almanya gibi devletler ve onların uygulamaları geldiği için faşizmi milliyetçilik ile eş anlamlı sanıyoruz ve günlük hayatta faşistlik olarak nitelendirilen pek çok durum için “Hade leyn cahil !” şeklinde tepki veriyoruz. Oysa milliyetçilik faşizmin önemli bir ayağı sadece. Daha doğrusu yönetime uygulanışı. Tek tip düşüncenin muhafazası, zıt fikirlerin önlenmesi, önlenememiş ise susturulması ve hakim düşüncenin korunması otoriteyi ve otoritenin devamını sağlamak için şarttır bu ideolojide. Bireysel farklılıklara önem verilmez ve koyun gibi görülen toplumda sürü psikolojisinin benimsenmesi sağlanır. Bu sıkıcı konuyu burada kapatmak ve güncel bir olaya geçmek istiyorum şimdi. Geçtiğimiz günlerde Okan Bayulgen’in Yeditepe Üniversitesinde gerçekleştirilen bir konferansta 1500 kişinin önünde sigara içmesi ve sigarasını söndürmesini isteyen bir kız ile polemiğe girmesi çok tartışıldı. Bu konu hakkında uzunca yazacak kadar çok şey düşünmüyorum aslında. Peki neden yazmak istedim ?


Haberlerde, bazı bloglarda ve internet sitelerinde olayı okuduğumda aklıma gelen ilk şey “Eldorado Filmi” oldu. Daha doğrusu o filmden çok güldüğüm bir sahne. Filmi çok beğenmiştim ben. Durağan bir filmdi ama tipler çok doğaldı ve izlettiriyordu kendini. Sahneyi kestim biçtim ve paylaşıyorum sizinle. Çok kısa bir şekilde bahsedeyim bu sahnenin öncesinden. Sigara içmek isteyen kişi diğerinin evine giren bir madde bağımlısı. Diğeri onu hırsız sanıyor evinde yakalayınca. Ama olaylar farklı gelişiyor ve birbirlerine isimlerini bile sormadan beraber uzun bir yolculuğa çıkıyorlar. Burası da yağmurlu bir gecede yol kenarında görüp sığındıkları bir karavan. Okan Bayulgen’in haklı olup olmadığı konusunda konuşmak istemiyorum. Okan Bayulgen’den bahsediyoruz. 1500 kişiyi bırakın canlı yayında milyonların önünde sigara içmiş bir adam . Cezasını öder içerim diyerek sigara yasağına tepki koyan bunu yaparken de cezalandırma yöntemini mi yoksa yasağın kendisini mi eleştirdiğini bilemediğimiz birisi.

Neyse. İçelim. Pardon izleyelim. Ayrıca ben sigara içmem.


Read On 8 Yorum

Açlık Oyunları | Film

Pazartesi, Mart 26, 2012


Filmden az önce çıktım ve sıcağı sıcağına yazmak istedim düşüncelerimi. Araya zaman girerse belki film hakkında söyleyeceklerime kitap hakkındaki düşüncelerim sızar ve ikisinin karışımı bişey ortaya çıkar. Onca zaman geçmesine rağmen kitap o kadar aklımda yer etmiş ki kitaptaki tüm güzel ayrıntılar filmdeki tüm boşluklara çok geçmeden taş dolu kavanoza eklenen kum taneleri gibi dolmaya başlayacak eminim.

Çok uzatmak istemiyorum. Film onca yüksek beklentime rağmen beni memnun etti. Kitaptan sinemaya uyarlanan filmlerde sıklıkla rastlanan "memnuniyetsizlik" ve "beklentinin çok altında kalma" durumundan bu kez bahsetmek mümkün değil. Film, kitaba neredeyse yüzde 90 uyuyor. Çok az değişiklik yapılmış ama bu değişikliklerin de çoğu olumlu yönde. Soundtrack seçimleri film ile çok uyumlu ayrıca.

Film gösterime girmeden önce yazdığım yazıda güzel bir film olacağını ve eğer gösterime girince gitmeyi düşünmenize rağmen hala kitabını okumamışsanız mutlaka okuyup öyle gitmenizi tavsiye etmiştim. Sinemaya uyarlanan kitapların okurları genellikle filmlerden memnun kalmazlar demiştim. Bu kez tersi olur mu bilmiyorum. Çünkü okuyan biri olarak filmden memnun kaldım ama okumasaydım filmden çıktığımda kafamda ne kadar cevapsız soru ve boşluk olurdu tam kestiremiyorum. Neresi saçma, neresi karmaşık, neresinde fazla var neresinde eksik ayırt edemezsiniz eğer okuduysanız.



Peki hiç mi beğenmediğin tarafı yoktu filmin diye sorarsanız ? Vardı. Peeta. Kesinlikle yanlış seçim. Hele Peeta'nın göründüğü ilk sahne. On ikinci mıntıkadan haraç olarak adı okunduğu sahne. Allah yaratmış sonuçta bişey demek istemiyorum ama yanlış seçim be abi. Katniss çok iyi seçim oysa. Güzel de oynamış. Tam zihinlerdeki Katniss olmuş Jennifer Lawrence. Gale de fena değil. Prim de idare eder. Hatta Rue , Snow , Haymitch ve diğerleri de tamam ama Peeta... O sahnede dedim ki "Peeta'ya yüzde 30 benziyor bu çocuk". Sonra saçları dağıtınca yüzde 50'ye çıktı birden. İyi oynarsa belki aradaki farkı kapatır dedim. Filmi yüzde 70 ile bitirdi. Bu da iyi oynadığını gösterir tabi.. Ama farklı biri olabilirdi. Rolü torpille kapmış gibi duruyor çünkü.


Yine de çoookkk büyük bir beklenti ile gitmeyin filme. Güzel işte daa . Hiç mi güzel film izlemediniz. Abartmayalım şimdi. Güzel bir kitabın sinemaya başarılı bir şekilde aktarılması diyebiliriz. Kitabı okumuş olanlar da kitaptakilerin hepsinin filmde yer almasını beklemesin. En başta kitap herşeyi bir karakterin gözünden anlatıyor bize. Duygularını hislerini açıkca söyleyebiliyor. Planlarını biliyoruz, kızgınlıklarını korkularını mutluluklarını biliyoruz. Ama filmde Capitol halkı ne görüyorsa biz de onu görüyoruz.

Cut !
Read On 9 Yorum

Uç Uç Pötüncek

Perşembe, Mart 22, 2012

Bir insan sabırsızsa eğer ; ya tüm sabrını bir kişide yitirmiştir ya da tüm sabrını bir kişiye saklamıştır. İnsanları bir türlü sevemeyen biri , ya bütün sevgisini birinde tüketmiştir ya da bütün sevgisini biri için bekletmiştir. Hayat nasıl bir şakaysa artık kimse sevgisini tüm sabrını kendinde yitirenlerde tüketmiyor . Kimse sabrını tüm sevgisini kendine bekletenlere saklayamıyor.

Bitti sabrım. Kaldı sevgim. Ortada kalmış kimsesiz bir çocuktan daha acı bir şey varsa bu ortada kalmış bir sevgidir. Tut diyorum elimi. Bakıyorum ki kırılmış kolu kanadı. Sever diye sabrediyorum. Bakıyorum kalbini de kırmışlar. Hiçbir şeyi yok diyerek çekip gitmiyorum ama “kırıp dökenler” gibi. Yaşamak için milyarlarca yıl sıra beklediğim bu hayatın en güzel dönemini zehir ediyorum kendime çoğunun ağzındaki sakız kadar değer vermediği “sevgi” için. Avuç içine hapsedilmiş bir uğurböceği gibi dönerken hayalin zihnimde hem sana eziyet ettiğim için hem de açtığımda ellerimi parmak uçlarıma kadar yürümeyi bile beklemeden uçup gideceğini bildiğim için üzülüyorum.

Sensizlik , cam kırıklarından bir duman içime çektiğim; kapalı bir odada havada dans edip gittikçe dağılan sigara dumanı gibi. Ama yine de özgürsün. Uç uç pötüncek. Bu çocuk seni hep güzel hatırlayacak.


Read On 6 Yorum

Açlık Oyunları Vizyona Giriyor

Pazartesi, Mart 19, 2012

Evvvettttt arkadaşlar. Sonunda merakla beklenen “Açlık Oyunları” filmi vizyona giriyor. Hatta birçok ülkede vizyona girmiş bulunuyor. Türkiye’de ise 23 Martta gösterime girecekmiş. Tüm bekleyenlerinin gözü aydın.

Okuyanların okumayanlara anlattığını da varsayarsak – ki bu kitapları okuyup da en az 5 kişiye anlatmaya çalışmamış olanın akıl sağlığından şüphe ederim – abartmıyorum yarım milyardan fazla insan bu filmi bekliyordur dünyada. Kimileri haftalardır, kimileri aylardır, kimileri filmin çekileceği duyurulduğundan beri, kimileri de benim gibi kitap ilk çıktığında okuyup son sayfayı çevirdiğinden beri.



Kısa sürede birçok ülkede çok satan kitaplar listesinde zirveye yerleşen ve aradan geçen yıllara rağmen başarısını sürdüren “Açlık Oyunları” tüm dünyada her yaştan insanın beğenisini topladı. Bence kendinden önceki serilerden farklı olan bir yanı da hayran kitlesindeki çeşitlilik. Öyle sahiplenildi ki her ülkede adına açılan onlarca fan sitesine üye olan okurlar kitaptaki karakterlere film için kendi oyuncu tercihlerini sıralar oldu. Çok konuşuldu tartışıldı. Kitaptaki bazı sahneleri temsilen resimler çizildi. Animasyonlar hazırlandı. Bunun yanı sıra “Açlık Oyunları ve Severleri” oyun şirketlerinin de gözünden kaçmadı. Birçok oyun piyasaya sürüldü. Ama bence asıl patlamayı film tüm dünyada gösterime girdiğinde yapacak. Bundan sadece bir ay sonra Açlık oyunları takıları, Açlık Oyunları giysileri, Açlık Oyunları ojeleri, makyajları, saçları, oyunları, oyuncakları, posterleri, çıkartmaları şeklinde geniş ve büyük bir sektör oluştuğunu göreceksiniz.

Ayrıca sadece gençlerin, çocukların, ergenlerin veya kızların dilinde de olmayacak “Alacakaranlık” gibi. Çünkü kitaba sadık kalındıysa – ki hem oyuncular ve yapımcılar hem de gösterime girdiği ülkelerde izleyenler kitaba büyük oranda sadık kalındığını söylemiş - bu film bir çocuk veya bir ergen filmi değil tam bir yetişkin filmi olmuş demektir. Ayrıca şiddet sahnelerinin çocuklara ne kadar uygun olacağı da henüz bilinmiyor.



Film için “Amerika tarihinin en etkileyici filmi olabilir” yorumları yapılmış. Dediğim gibi Suzanne Collins’in bu serisi sadece kitap değil bir senaryo serisi. Şayet hakkıyla beyazperdeye aktarılmışsa en etkileyici film olması hatta Twilight efsanesine son vermesi hayal değil. Ayrıca yazar Suzanne Collins de filmin çekimlerinde aktif olarak yer almış ve filmin afişinde yapım yönetmenleri arasında adı geçiyor. Değişikliklerde fikri alınmış ve sürekli etkileşim halinde olunmuş. Kitapları okuduysanız filmden memnun kalacaksınız çünkü kitaptan pek fazla sapmadık denilmiş.

Bu yazımı filmi duyurmak için yazmıyorum. Film zaten kendini duyuracaktır. Amacım güzel olacağından ümitli olduğum ve yazarından oyuncusuna kadar herkesin ümit verdiği çok konuşulacak bir filmden daha fazla zevk alabilmeniz adına filmi izlemeden önce kitabı okumanız için kısa da olsa hala zamanınızın olduğunu bildirmek. Bu film ilk kitabın filmi. Serinin tamamını okumanız gerekmiyor bu kısa sürede. İlk kitap “Açlık Oyunları”. Fazla zamanınızı almaz. Bir gece bir gündüz yeterli bu muhteşem deneyim için. Çünkü oldukça sürükleyici ve okuyucuyu içine çeken bir roman. Ama etkisinden kurtulmak o kadar kısa sürmeyecektir. Bu kitap hakkında en çok duyacağınız yorum kaç saatte okunmuş olduğudur.

Kitabın ve dolayısıyla filmin konusuna hiç ama hiç girmek istemiyorum. Yazar acımasızlığın ortasında kalmış bir aşkı anlatıyor. Hissizliğin ortasında kalmış hisleri açığa çıkarıyor. İç güdülerin insanları nasıl vahşi bir hayvana çevirebildiğine şahitlik edeceksiniz. Yazar savaşı ve insanların ölümlere kayıtsızlığını eleştiriyor. Romanın ana karakterini “ Reality TV programlarıyla gerçek savaş görüntüleri arasında zapping yaparken” oluşmaya başladığını söylüyor.

Kısacası Açlık Oyunları “The Hunger Games” filmi geliyor. Önce kitabını okuyun. İzledikten sonra okuyamayacaksınız çünkü.

Read On 25 Yorum

.........♫ Ne Dinliyorum ♫.........


Angus & Julia Stone - Paper Aeroplane
Ne Dinledim ?              Ŧคtเђ

Son Güncelleme

  • Fişleme | Kısaca Fd - Ellerinin üzerindeki henüz pıhtılaşmış kanları temizlemek için mutfağa girdi ve az önce öldürdüğü adama ait kanları tezgahın üzerinde duran büyük cam şişed...
    3 yıl önce

------------Süper Lig--------------



Ne Okuyorum ?

Nice Things

Haftanın Blogu                     Haftanın Yazısı

Haftanın Videosu              Haftanın Fotoğrafı

Herkesin Bir Popisi Vardır

Related Posts with Thumbnails

Sohbet Koyu.. Sen de Katıl !

................Çay da var hem. Çay içen mi?...........


................Çay Erdal Bakkal'da içilir ................

Son Yorumlar